Bugün 2 Mayıs, dün de 1 MAYIS idi, sanki apayrı dünyanın ve zamanın günleri bunlar. Bazı televizyon kanallarına bakacak olursak, dün ülkeyi, meydanları hele hele TAKSİM MEYDANINI ve İstanbul'un bir bölümünü düşman işgal edecekmiş gibi, sınır kapılarında göçmen, sığınmacı, ilticacılar geleceğin gerçek işgalcileri ve sığındırılmacıları gelirken alınmayan önlemler bu bölgede alınmış ve güya "kuş uçurtulmamış"!..
Neden?
Devlet, Millet, Yasalar ve Anayasa neden vardır;
Bir Ülke, iç ve dış güvenliği için binlerce asker ve polisi niçin istihdam eder?
Siyaset ülke yönetmenin bilimi ise, yıllardır bu ülkede neden ülke yönetmeyi değil da herkesin kendi seçmen kitlesini ajite edeceği bir süreç gibi görünür ve asıl sorunlar neden görmezlikten gelinir?
En baştan başlayayım.
Güya bugün yaşanan korkunun kaynağı, 1977 1 Mayıs'ı ise, o zaman olayı baştan adam gibi sorgulayalım.
Türk Devleti ve Cumhuriyeti 1920'lerde kurulmaya başlanmış ve adım adım Cumhuriyetin temelleri atılmış, demokrasiye de adım adım geçilmeye çalışılmıştır.
Toprak reformu gibi geniş kitleleri ilgilendiren bir çok yapısal reform için çalışmalar başlayınca, KÖY ENSTİTÜLERİNDEN başlayarak bir çok şey "tu kaka" yapılmaya başlanmış ve sıradan yurttaşlar kandırılmış ve Demokrat Parti uluslararsı güçlerin de desteği iktidar yapılmıştır.
Ülkenin bütün sorunları çözülmüş gibi, Kore'nin sorunlarını Amerikan çıkarları doğrultusunda çözmek için TBMM'de yok sayılarak KORE'YE ASKER BİLE GÖNDERİLMİŞTİR.
Bu ve benzer bir çok sorun ile iktidarın demokrasiye tahammülsüzlüğü İşleri çığırından çıkarmış ve o günün silahlı kuvvetlerince 27 Mayıs 1960 darbesi yapılmıştır.
Başbakan dahil üç kişinin idamı asla kabul edilemez ama gel gör ki, ülkede bu güne kadar yapılan en demokratik Anayasa da, 27 Mayıs anayasası olarak bilenen 1961 Anayasası olunca da denecek söz kalmıyor, bu ülkenin çelişkileri için!..
Yapılan bu demokratik anayasa, ülkede yurttaşların eğitimden tutun da siyasal bilinç ve örgütlenmesine kadar bir çok alanda çığır açmıştır.
Hatta bu bilnç o kadar ileri gitmiştir ki, 1960'lı yıllar boyunca süren halkın devrimci/demokratik bilnç ve eylemleri, 15-16 Haziran 1970 işçi direnişine kadar varmıştır.
Ülkede başlayan sosyal-siyasal uyanışın önünü kesmek; ordu ve bürokrasi içerisindeki sol toplumsal bilinçlenmenin de etkisiyle devrimci/ilerici/sol görüntüsü veren bu kesimin de Üniversiteler dahil ülke genelinden tasfiye edilmesi gerkiyordu.
Hatta dönemin Genelkurmay Başkanı. Memduh Tağmaç bu sürece ilişkin 12 Mart askeri darbesinin gerekçesini şöyle açıklıyordu:
Ülkede "Sosyal uyanış, ekonomik gelişmeyi aştı, önünü kesmek gerekir... Sosyal uyanışın temelinde ekonomik nedenler aramak komünistlerin uydurmasıdır. Tüm olaylar anayasanın özgürlükçü özünden çıkmaktadır. Bu anayasa ve özgürlüğe açık yasalar değiştirilmeden olayların üstesinden gelinemez" diyerek de, emperyalist dünyanın deneyiminden yararlanan yerli ve yabancı tekelci sermayeye de selam çakıyordu.
Yaşanan 12 Mart darbesi süreci yetmemiş olacak ki, 12 Eylül 1980 darbesini, CIA Türkiye Masası İstasyon Şefi Paul Henze Amerika Başkanı Jimmy Carter'a böyle bildiriyordu:
"[y]our boys have done it" (seninkiler yaptı/bizim çocuklar işi bitirdi!..)
Her nedense son kaç yıldır, ideolojilerin yok olduğu, sınıfların ortadan kalktığı yönünde halkı uyutma yöntemleri sonuç vermiştir.
Eğer sınıflar ortadan kalktı ise, ülkeyi yöneten OLİGARŞI de neyin, nesidir. Bu ülkenin kanını emen "beşli çete" denilen kişi ve kuruluşlar da neyin nesidir?
Bir ülke düşünün ki, nüfusunun neredeyse tamamına yakını, çok az bir kitle hariç, DOĞDUĞU GÜNDEN DAHA YOKSUL.
Peki, her yıl açıklanan gelişmişliği, kalkınmışlığı ve zenginliği tanımlayan REFAH PAYI ne o zaman, bu kimin cebine giriyor.
Ya ben sizin kafanızı karıştırmayayım, siz o kadar milletvekili ve başkan seçmiş kişilersiniz, her şeyi herkesten çok bilirsiniz, siz benim hadsizliğimi, hoş görün.
Gelelim 1977, "1 Mayıs"a!..
Yurdun dört bir yanından gelenler gibi tıfıl bir üniversite öğrencisi olarak Hacettepeliler ile birlikte ben de oradaydım.
Herkes çoşkulu ve örgütlüydü.
Bu durum birleri için hiç de hoş karşılanacak bir durum değildir.
Derhal cezalandırılmalı ve hadleri billdirlmeliydi.
Günler öncesinden TAKSİM MEYDANI ve çevresinde güvenlik önlemleri alınmış, meydana girişlerde de kuş uçutturulmamıştı.
İktidarlarını sürdürmek isteyen hakim sınıflar, her yerde örgütlenir ve bu temsilcileri de gerektiği yer ve zamanda gerekenleri yaparlar.
TAKSİMDE Herkes birbirine o kadar sıcak mesajlar veriyor, şarkılar, marşlar ile de İstanbul'u çınlatıyordu.
Her köşede güvenlik güçleri vardı. Su deposunun üstünde de, İnternational Oteli'nin tepesinde de.
Neden ve nereden çıktığı belirsiz bir kargaşadan sonra, su deposunun üstünden, otelden, kazancı yokuşundan kurşun yağıyordu miting alanında insanların ütüne.
Yaşamımda o gün yaşadığım göğüs sıkışması ile nefessiz kaldığımı anımsamıyorum. Yere düşenleri kaldırmak olanaksızdı.
Sonuçta 28 kişi ezilme ya da boğulma, 5 kişi silahla vurulma, 1 kişi panzer altında kalarak 34 (DİSK'in yayımladığı listede 36) kişi yaşamını yitiriyor, yaklaşık 130 kişi de yaralanıyordu.
Bu durum elbette ki acı bir durum idi ama nedense bu ülkede sadece olaylar konuşulur ve anlatılır, üç beş aydın, yurtsever dışında gerisi görmezlikten gelinir.
Aslında toplu gösteri ve mitinğler, birer mesaj içerirler. İktidar ve muhalefet gereken mesajı alsın ve çözüm önerileri üretsin diye.
Dün Taksime giriş yolları "1 MAYIS'I KUTLAYACAK EMEKÇİLERE" kapıtılarak, iktidar güç gösterisi yapmış ve MUHALEFET dahil herkese de gücünü göstermiştir.
İktidar 22 yıldır Devleti ve yönetimi tanımış ve gücü de eline geçirmiştir. İktidarın sorunu ülkenin ekonomik kaynaklarını adil olarak dağıtamamasında yatmaktadır. Bu anlayış ile yönetim sonucunda halk ekonomik olarak güçsüzleşmiş ve isyanını da 31 MART YEREL SEÇİMLERİNDE haykırmıştır.
SONUÇ olarak gelinen noktada iktidar alması gereken mesajları almış ve bu konuya çözüm için bir şeyler yapacaktır.
Umarım muhalefette gereken dersleri almış ve kitlelerin bu isyanını anlamıştır.
SORUN, "Devleti bilen, tanıyan" bir iktidar ile "Devleti bilip, tanımayan" bir muhalefette düğümlenmektedir.
Tabi bütün bunlar ortada iken, sadece şikayet edip, bazen alkışlayıp oy veren HALKIMIZA da, adam gibi adamları seçmek gibi bir görev düşmez mi?
Kendisi bilir. Yine de son sözleri Nazım Hikmet söylesin mi:
“Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi .... .....
.... ..... Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek
ve var olduğumuzu vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
— demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatın çoğu senin senin, canım kardeşim!”